1963 yılının Mart ayında hemşire bir anne ile müzisyen ve oyuncu olan bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Quentin Tarantino, annesi tarafından, ismini dönemin popüler dizisi olan Gunsmoke’taki bir ‘yan’ karakterden almıştı.
Belki de Tarantino’nun kariyeri boyunca kenarda köşede kalan sinema emekçilerini ve sinemanın ‘yan’ türü olan B filmlerini öne çıkarmasını henüz doğumunda kendisine konan isimle temellendirebiliriz. Tarantino 15 yaşına geldiğinde California’da devam ettiği liseyi oyuncu olma hayali ile bırakıp, James Best tiyatro grubuna girer. Fakat daha sonra gerek kendi filmlerinde gerekse arkadaşlarının filmlerinde göreceğimiz üzere kısıtlı olan aktörlük yeteneğinin para getirmeyeceğini anlamış olmalı ki 22 yaşında Manhattan Beach’teki Video Archives adlı video kaset dükkânında kasiyer olarak çalışmaya başlar. İşte bu başlangıç Tarantino’yu azılı bir sinefile dönüştürerek sinema dünyasının içine çivileme dalmasını sağlar. Kasiyerlik kariyeri sırasında katıldığı bir partide bağımsız film yapımcısı Lawrence Bender ile tanışarak ona bitmek bilmeyen projelerini anlatmaya başlar ve Bender ona projelerinden birini senaryolaştırıp çekmesini tavsiye eder. Ardından Tarantino ilk filmi olan My Best Friend’s Birthday’i video dükkanındaki arkadaşları ile çeker. Ancak laboratuarda çıkan bir yangın sonrasında filmin büyük bir kısmı yanar ve yangından kurtarılan bölümlerin bir araya getirilmesiyle daha sonra 36 dakikalık bir video hazırlanır. İşte bu yüzden My Best Friend’s Birthday, resmi olarak Tarantino’nun ilk filmi sayılmaz.
1992 yılına geldiğimizde Rezervuar Köpekleri ile Tarantino efsanesi tam anlamıyla başlar. İlginç ve uzun diyalogların yanı sıra kan gölü içinde izlediğimiz final sahnesi ile bir grup hırsızın macerasına tanık oluruz. Tarantino bu ‘ilk’ filmiyle Sundance Film Festivali’nde büyük ses getirir ve iki sene sonra çektiği Pulp Fiction ile de farklı kurgu sistematiğni devam ettirerek Fransız Yeni Dalgası’na göz kırpmaya devam eder. Bu filmle Cannes Film Festivali’nde en iyi film ödülü olan Altın Palmiye Ödülü’nün sahibi olur. Ayrıca 7 dalda Oscar’a aday gösterilen film, En İyi Orijinal Senaryo Oscarı’nı da kazanır. Samuel L. Jackson, Uma Thurman, Harvey Keitel, John Travolta, Bruce Willis ve Tim Roth gibi yıldızların yer aldığı yapımda, Uma Thurman ile John Travolta’nın dans sahnesi sinema tarihinin en unutulmaz sahneleri arasında yer alarak sinemaseverlerin zihnine kazınır. 1995 yılında dört ayrı yönetmenin bir araya gelerek oluşturduğu Four Rooms, dört farklı odada geçen dört farklı hikayeyi konu alır ve Tarantino bu yapıma dördüncü hikayeyi çekerek dahil olur. Yıl 1997 olduğunda, nakit ihtiyacını karşılamak için zaman zaman bir silah kaçakçısı için de çalışan bir hostesin başından geçenlere odaklanan Jackie Brown vizyona girer. Robert De Niro’nun da yer aldığı yapım, her Tarantino filminde olduğu gibi sinemaseverleri yine ikiye bölmüştür. Kimilerine göre harika bir film kimilerine göre ise yönetmenin en sönük filmi olarak nitelendirilir.
90’lı yılları hızlı bir şekilde geçiren Tarantino, son filminden 6 yıl sonra 2000’li yıllara kan revan içinde bomba gibi bir filmle döner. Bu film, düğün günü saldırıya uğrayan ve intikam ateşiyle yanıp tutuşan ‘Gelin’ karakterinin (Uma Thurman) yoluna çıkan herkesi doğrayarak hedefine ilerlemesini konu alan Kill Bill serisidir. Aslında tek film olması planlanan bu yapım uzun olmasından dolayı ikiye bölünmüştür ve ilki 2003 ikincisi ise 2004 yılında vizyona girmiştir. Uzakdoğu sinemasına bir saygı duruşu niteliği taşıyan Kill Bill serisi, Tarantino tarafından öne sürülen estetize edilmiş şiddet kavramının belki de en nadide örneği olarak hafızalara kazınır. Bu kanlı intikam hikayesinden üç yıl sonra Four Rooms’ta da beraber çalıştığı Robert Rodriguez ile Grindhouse adı altında bir projeyi sinema salonlarına sunarlar. Grindhouse ABD’de B filmler gösteren sinemalara verilen addır. 70’li yıllarda bu sinemalarda ucuz korku filmleri ve karate filmleri gibi yapımlar arka arkaya kesintisiz olarak gösteriliyordu. İşte Rodriguez ve Tarantino ikilisi sinemaseverlere bu kavram altında tek bilete iki film izleme şansı tanırlar. Tabii bu her ülkede mümkün olmaz. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı ülkelerde iki film de biraz daha uzun versiyonlarıyla sinemalarda ayrı ayrı vizyona girer. Tarantino’nun filmi olan Death Proof, slasher öğeleri içeren ve çok iddialı bir araba takip sahnesi barındıran bir şiddet filmidir. Görüntü yönetmenliğini de bizzat Tarantino’nun yaptığı bu yapım, Ruh hastası bir dublörün filmlerde kullandığı güçlendirilmiş ve tahrip edilemez arabası ile hedef aldığı kadınları öldürmesini konu alır. 2009 yılına geldiğimizde ise yönetmenimizin, Jackie Brown’ın çekimlerinden beri aklında olan bir proje vizyona girer; Inglourious Basterds! Yahudi askerler tarafından kurulan bir grubun ,Nazi Almanyası’nın önde gelen isimlerini ortadan kaldırma misyonunu üstlenmesi üzerine gelişen olayları konu alan film, Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülü alan Christoph Waltz’un ve Teğmen Aldo Raine’i canlandıran Brad Pitt’in performanslarıyla öne çıkar. Tarihin ‘ufak’ bir detayla farklı anlatıldığı Inglourious Basterds, uzun ve yavaş ilerleyişi konusunda eleştiriler alsa da oldukça etkileyici bir filmdir. Inglourious Basterds’tan 3 yıl sonra Tarantino bu kez western filmlerine bir saygı duruşunda bulunarak Jamie Foxx, Christoph Waltz, Leonardo DiCaprio ve Samuel L. Jackson gibi yıldızlar kadrosuyla bir kölenin özgürlük savaşını anlatır. Buram buram Tarantino kokan bu film En İyi Özgün Senaryo ve En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Christoph Waltz) dallarında 2 Oscar kazanmıştır. 2015 yılında ise yönetmenimiz The Hateful Eight ile adeta Nuri Bilge Ceylan’a bağlayarak hiçbir Tarantino filminde olmayan bir sakinlikle karşılar bizleri. Kimilerine göre oldukça sıkıcı olan uzun bir yolculuk sahnesinden sonra Minnie’s Haberdashery içinde kendimizi bir anda sanki bir Agatha Christie öyküsü içinde buluruz. İşte bu noktaya kadar kendini zor tutan Tarantino, yine litrelerce kanı sinemaseverlere başından aşağı dökmeye başlar. Son bölümü saymazsak genel yapı içinde Tarantino’nun kendi tarzına en uzak filminin bu yapım olduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen muhteşem sinematografisi ve oturaklı hikayesiyle kesinlikle izlenilmesi gereken bir filmdir.
Ve geldik bu uzun hikayenin şimdilik bilinen sonuna…
2020 yılının laneti başlamadan hemen önce 2019 yazında sinema salonlarını son kez dolup taşıran bir film vizyona girer; Once Upon a Time in Hollywood. Leonardo DiCaprio ve Brad Pitt’in performanslarıyla adeta döktürdüğü film, 1960’larda Charles Manson tarafından katledilen yönetmen Roman Polanski’nin 8 aylık hamile eşi Sharon Tate’in komşusu olan aktör Rick Dalton’nın Hollywood’taki maceralarına odaklanır. Tabii Tarantino, tıpkı Inglourious Basterds’ta yaptığı gibi bu filmde de tarihte ‘ufak’ değişikliklere gider.
Her fırsatta çekeceği 10. filmle birlikte sinemayı bırakacağını dile getiren Tarantino’nun son filminin ne olacağı konusunda oldukça fazla spekülasyon dönüyor. Kimileri Kill Bill 3’ü bekliyor kimileri Rezervuar Köpekleri’nin yeniden çevrimini. Bana göre yepyeni bir hikaye ile final yapsa daha iyi olur ama Tarantino’nun yapacağı her final sinemaseverlerin yüreğinde hafif bir sızı bırakacağı gerçeğini değiştirmiyor. Umarım Tarantino’nun sinemayı bırakması Teoman’ın müziği bırakmasıyla eşdeğer olur.
Geleceğe Not
Her hafta yeni bölümlerle yayın yapan podcast kanalı.
Yazı Arşivi