Saydam bir takım şeylerden bahsetmek istiyorum, mesela gölgelerden. Katılığa meyletmiş yahut katılaşmış cisimlerin yansımalarından. Belki de onlardan arda kalanlardan. Nesnenin ardına düşmeyen, ışığın ardı sıra giden, varlık sahnesinde yerini alan, ismi olan bir şeylerden. Acaba gölgeler nedir en basit düşünme biçimiyle, varlığıyla ne anlam ifade eder? Yıldızlar gibi midir mesela? Hani yıldızlar gündüzleri de semada asılıdırlar ama görünmezler ya gölgeler de hep bizimledir de yalnızca ışıkta mı görünürler, gündüzleri mi en güzel halini alırlar?
Bir çeşit araf diyarı da diyebileceğim gölgeler dünyası genelde sohbet ortamları içinde yer almaz. Fakat ruhu yahut bedeni yorulan her insan onun çevresinde, onun korumasında olmak istemez mi? Su gibi, ekmek gibi bir nimet o aslında. İhtiyaç duyulduğunda şiddetle özlem duyulan, doyulunca unutulan…
Gel şurası gölge, oturup konuşalım, ya da “orası güneş, gölge bir yer yok mu?” gibi ifadeler herhalde hepimize aşinadır, fakat konuşmuşluğumuz pek azdır. Balık deryanın kıymetini bilmezmiş ya işte o hesap bizimkisi. Hatta daha da garibi kaybettiklerimizden ders çıkarmıyoruz, yitirileni kazanınca yine gaflet doluyor ciğerlerimiz, ta ki tamamen kaybedene kadar.
Daha çok elle tutulur şeyleri konuşmayı seviyoruz biz. Müşahhas varlığı ile göz doyuruculuğu yüksek soyut kısmı ise ikinci plana atılmış garip hazineler peşindeyiz. Yoğunluk anlayışımız hacim kaplayan kütlelerden öteye pek geçemiyor. Zamanımız da mesafeleri en hızlı şekilde nasıl aşabileceğimiz ölçüsünde değer kazanıyor. Durup dinlenmeksizin koşarak, ne için koştuğumuzu tam olarak bilmeden fiziki âleminde var olmaya çalışırken yolun sonunda yok olup gidiyoruz. Belki de bir gölge oluyoruz mazide kalan, çabaladıkça ufalanan.
Hatırlıyorum da üniversite yıllarında eve herkesten önce geldiğimde ocağa çay koyar sonra da o demlenene kadar düşüncelere dalardım. Yaz aylarında güneş ışığının şehir üzerindeki cisimlerin gölgeleriyle oluşturduğu desenler o vakitler çok ilgimi çekiyordu. Balkonun kıyısında durur onları izlerdim. Sıcak hava yüzümü avuç avuç hararetiyle yıkarken, miyoptan uzağı göremeyen gözlerim ışıktan iyice kısılırdı. Bakışlarımla zihnim adeta ıraklara dalma konusunda kıyasıya mücadele ederdi. Şimdi bile yıllar geçmiş olmasına rağmen, o görüntüleri ayrıntılarıyla hatırlayabiliyorum; kırmızı tuğlalı evlerin çatılarındaki eğriliklerin oluşturduğu koyu gölgeler, tam karşımda yer alan daha sonraları inşa edilmiş dikdörtgen binaların küt kalıbının üzerine küçük balkon izlerinin döküldüğü tek düze denilebilecek adi gölgeler, Behzat camiinden ve saat kulesinden kardeş misali sarkan, nakış ve desenleriyle ayrıntılar taşıyan benim için dünya ve ahreti temsil eden ikiz gölgeler, hemen yanı başında akan derenin korkuluklarındaki küçük gölgeler… Gözümü kapatsam o günlerin sıcaklığını neredeyse bedenimde ve tamamen ruhumda hissedebiliyorum. Uğultu halini alan kalabalıkların gürültüsü arasında bir “unutulmuş dünya” yerinden kıpırdamayan cisimlerin şekil değiştiren gölgeleri ve ritmiyle o dünyaya canlılık katan hareketli gölgeler.
Gölgelerden bir dünya var yeryüzünde. Hepsi de ayrı hepsi de başka bir çeşit. İnsanlar gibi özeller aslında. Kimse kimsenin kopyası değilse gölge de gölgenin kopyası değil. Her birini bir bütün olarak algılamaya çalışırken hayrete düşüyorum, şaşırıyorum. Düşüncelerim uyuşuyor sanki. Gayri ihtiyari parmaklarımı açıp da elimi güneşe uzatıyorum, o dünyaya bilinçli bir giriş yapmak istercesine. Gözlerim beş parmağımın gölgesinde, içimde bir ses yankılanıyor. “Bütün çabam bu mu hayatımda, benim tutunduğum dünya da böyle bir dünya mı?” elimi tekrar güneş ışınlarından alıkoyduğumda o sıcakta bir ürperti hissediyorum, bir şeyler kopuyor içimde, şu geliyor aklıma bir cevap bulmuş gibi tebessüm ediyorum. “kim ki dünyaya sırtını dönerse dünya onun gölgesi olur ve kim ki dünyanın peşine düşerse o, dünyanın gölgesi olur.”
Geleceğe Not
Her hafta yeni bölümlerle yayın yapan podcast kanalı.
Yazı Arşivi