Emin Alper’in 2012 yılında, kendisinin ilk uzun metraj filmi olarak çektiği Tepenin Ardı, aradan 9 yıl geçmiş olsa da hala Türkiye’nin acı gerçeklerini ve sorunlarının köklerini bize ustalıkla göstermeye devam ediyor. Kendisini Berlin Film Festivali başta olmak üzere ulusal ve uluslararası pek çok festivalden ödüller kazanarak kanıtlamış olan film, babasından kalma bir arazinin başında duran yaşlı Faik (Tamer Levent) ve biri askerden yeni dönmüş bir diğeri de henüz ergenlik çağında iki çocuğunu hava değişikliği için babası Faik’in yanına getiren Nusret’in (Reha Özcan) aslında sıradan gibi görünen fakat içerisinde geçmişin alt edilemez yasalarını taşıyan bir ailenin hikayesini anlatıyor.
Film keçilerini onun arazisine sokup, ekinleri talan ettiği gerekçesiyle, içindeki nefrete günden güne yenik düşmeye başlayan Faik ile açılıyor. Ardından Faik’in ailesi köye geliyor ve hikayemiz dallanıp budaklanıyor. Nusret, yıllar önce biricik eşi Neriman’ı kaybetmiş ve köye geldiği andan itibaren oraların ne kadar rahatlatıcı, ne kadar kaçıp kafa dinlemelik bir yer olduğundan dem vurup, ne kadar yalnız olduğuyla ilgili adeta ağıtlar yakan bir Türkçe öğretmeni. Onun büyük oğlu Zafer, filmden anladığımız kadarıyla askerlikten yeni dönmüş ancak hala -muhtemelen askerde kaybettiği- silah arkadaşlarıyla yatıp kalkan bir genç adam. Onun kardeşi Caner’se video oyunlarıyla büyümüş, silah düşkünü, hayta; daha doğrusu deyim yerindeyse tam bir “erkek” olma peşinde bir ergen. Filmimizin bir de oranın işleriyle ilgilenen hatta daha doğrusu bütün araziyi çekip çeviren bir ailesi var. Bu ailenin babası Mehmet (Mehmet Özgür) Faik’e karşı nefreti günden güne büyüyen bir işçi. Mehmet’in eşi Meryem (Banu Fotocan), filmin tek kadın karakteri olarak, köyün en aklı çalışanı, her işi çekip çevireni ve aklı yerinde bütün erkeklerin fantezisi konumunda bir anne. Bu emekçi ailenin bir de oğulları var, Sülü (Sercan Gümüş). Şahsen benim favori karakterim olan Sülü, gün boyu dağlarda tepelerde can dostu Sivas Kangalı Paşa’yla birlikte gezen; bazen eve gelip bazen mağaralarda uyuyan, muazzam nişancılığı yetmiyormuş gibi bir de köyün görev adamı bir Yörük oğlanı.
Ne yazık ki, halihazırda zaten uzun olan yazımı bir de olayları derinlemesine anlatarak daha da uzatamayacağım. Bu sebeple, okuyucuların filmi izlemiş olduklarını varsayıyor ve analize geçiyorum. Filmin henüz başında karşılaştığımız ve anında ötekileştirilen “Yörükler” aslında filmimizdeki görünen antagonist. Faik Ağa, Yörükleri asla görmemiş olmasına ve onların varlığına dair herhangi somut bir kanıta sahip olmamasına rağmen direkt onları suçlar ve “eşkıya” olarak nitelendirir. Faik Ağa bununla kalmaz; Yörüklerden zorla aldığı koyunu, Mehmet’in bütün itirazlarına rağmen, oğlu ve ailesi onu ziyarete geldiklerinde ziyafet çektirmek için kestirir. Filmin ilerleyen sahnelerinde, Sülü’nün köpeği Paşa vurularak öldürülür Yörükler suçlanır, Nusret bacağından vurulur ve yine Yörükler suçlanır. Aslında burada yaşananı tam anlamıyla algılamak için Faik Ağa’nın ağzından çıkan birkaç söze dikkat etmemiz gerekiyor: Faik Ağa, babasından kalan bu arazilere oğlunun bakamayacağından bolca yakınır ve Orman Müdürlüğünde çalıştığı zamanlardan Yörükleri çok iyi tanıdığını ve onların iflah olmaz, kanun bilmez bir eşkıya topluluğu olduğuna inanır. Faik Ağa aslında Lacan’ın sembolik düzeninin altında ezilmiştir de ezilmiştir. Yani babasından kalma bu arazileri en az babası kadar iyi kullanmak ve babasının anısına hakaret etmemek artık onun fantezisi haline gelmiştir. Ancak bunu yapamaz çünkü onun baktığı her yerde bir Yörük vardır ve Yörükler bu fantezisini gerçekleştirmemesi için, kavaklarını dövüyor, köpeğini öldürüyor, oğlunu vuruyor yani elinden gelen her şeyi yapıyorlardır. Faik Ağa bunu bize göstererek aslında kendi eksikliğini (manque) gözlerimiz önüne sermiştir: Faik Ağa asla babası kadar iyi değildir ve olamayacaktır. Bu bakımdan Faik Ağa, klasik bir obsesif erkek örneğidir. Faik Ağa’nın Yörükleri, fantezisinden alacağı muazzam hazla (jouissance) arasındaki engel olarak tanımlaması aslında benzerlerine tarihte sıkça rastladığımız bir durumdur. Bu tarz ırk temelinde bir ötekileştirmeyi, Naziler benzer şekilde Yahudilere yapmışlardır.
Üzerine konuşmak istediğim bir başka karakter de askerde yaşadığı travmaları asla üzerinden atamayan ve dedesinin söylediğinin aksine; dağların, ormanların arasında huzur bulması gerekirken kendisini bir savaşın kıyısında bulan Zafer. Filmdeki diğer karakterlerin aksine Zafer, köyde yaşanan herhangi bir olayla asla ilgilenmiyor. Hatırlarsınız, Nusret ve çocukları köye gelirlerken Zafer, bir Land Rover’ın arkasında oturmuştur ve dağları seyrediyordur. Filmin yayınlandığı tarih itibariyle konuşuyorum, o dönemde TSK birincil taşıma vasıtası Land Rover cipleriydi. Dolayısıyla Zafer aslında, dedesini ziyarete gitmek yerine bir operasyona gidiyordu. Tim komutanıyla yaptığı konuşmalardan da belki de en dikkat çekeni, Zafer’in “Köpeği siz mi vurdunuz?” sorusu. Belli ki Zafer, Paşa’nın ölümüyle ciddi bir çöküntüye uğramış ancak eğer Paşa’yı askerler öldürdüyse bunun mantıklı ve haklı bir açıklaması olduğuna inanmış. Tim komutanının Zafer’e verdiği “Bize güvenmiyor musun?” cevabı üzerine Zafer’in “Yerinizi gizli tutmak için öldürmek zorunda kalmışsınızdır” demesi aslında Zafer’in durumunu dahice açıklıyor. Zafer aslında sembolik düzenin önemli bir parçası olan devleti ve diğer ülkelere nazaran Türkiye siyasetinde büyük rol oynamış TSK’yı, öyle yüksek konumlandırmış ve onun büyük ötekisine öyle maruz kalmış ki, adeta “iyi niyetle söylenen yalan mubahtır” atasözü doğrultusunda, köpeği askerlerin öldürdüğüne inanıyor. Çünkü, eğer köpeği askerler öldürdüyse, askerlerin gerçek olduğuna emin olacak ve aynı zamanda yok yere canına kıyılan bir köpeğin ölümünü aklında meşrulaştırmış olacak.
Sıra geldi Sülü’ye… Yukarıda da bahsettiğim gibi, Sülü klasik bir Yörük oğlanı. Can yoldaşı köpeği ve uçsuz bucaksız tepeleriyle adeta bir Yaşar Kemal romanından fırlamış Sülü, bana sorarsanız filmde herkesin amacına ulaşmasını sağlayan bir karakter. Hem de en az gördüğümüz karakter olmasına rağmen. Sülü’yle filmin başında, Faik Ağa’yla Caner atış talimi yaparken karşılaşıyoruz. Sülü köpeğiyle ormandan çıkıp Faik Ağa ve Caner’e doğru gelir ve Caner dedesinin uyarısına rağmen tetiği çeker. Şunu kaydetmek gerekir, bu sahnenin dışında silahın patladığını asla görmeyiz, yalnızca sesini duyarız. Sesten irkilen Paşa ormana doğru kaçar fakat Sülü yalnızca olduğu yerde durur. İlerleyen kısımlarda tüfeği alıp tepelere çıkan Caner, Sülü ve Paşa’yla karşılaşır ancak Paşa ona sinirli bir şekilde hırlar. Caner Sülü’den köpeği çekmesini, yani yardım etmesini ister. Sülü’nün verdiği cevap şahanedir: “Korkmazsan bir şey yapmaz.” Bu cevabın güzelliği, aslında bize Faik Ağa’nın oluşturduğu büyük ötekinin var olmadığını kanıtlıyor olmasıdır. Özünde, Faik Ağa, Mehmet ve ailesiyle birlikte yaşadığı için zaten Yörüklerle birliktedir. Ardından sahne değişir ve duyulan silah sesiyle birlikte Paşa ölür. Bu andan itibaren Tepenin Ardı: Büyük öteki biter ve Tepenin Ardı: Revenge of Sülü başlar. ( Bu kısımdan sonrası tartışmaya açıktır) Sülü bir sabah Nusret’in annesine tecavüz ettiğini fark eder ve onu bacağından vurur. Aynı zamanda Sülü, Faik Ağa’nın koyunlarını ve Zafer’i de vuran kişidir. Zafer’i öldürerek belki de Zafer’e bu dünyada yapılan en büyük iyiliği yapmıştır Sülü, çünkü Zafer; Faik Ağa’nın Yörüklerin koyunlarını öldürmesinin ardından “arkadaşlarımı öldürdüler, kuzuları öldürdüler” diye sayıklayarak ağlamıştır. Dolayısıyla Zafer, kendi kafasında arkadaşlarından koparılmış, kurbanlık bir koyundur. Film boyunca Yörükleri yolunda gitmeyen her şey için suçlayan Faik Ağa, koyunlarının ve Zafer’in ölümüyle artık bardağın taştığına inanmıştır ve arkasına topladığı erkeklerle beraber asker marşı eşliğinde tepenin ardına doğru yürümeye koyulmuştur. Yani Sülü, sembolik anlamda Zafer’i bir yasa haline getirmiştir ve sonuç olarak Faik Ağa ve askerleri; Zafer’in katılamadığı şafak operasyonu için tepeyi aşmaya başlamışlardır. Yani Zafer’in deli olarak nitelendirilmesine sebep olan şey, bir anda bütün köyün gerçeğine dönüşmüştür. Zafer daha ne isteyebilir ki?
Aslında Tepenin Ardı hakkında daha söylenecek çok söz, yapılacak çok çıkarım var. Ancak bu seferlik burada noktalıyorum. Tepenin Ardı, Emin Alper‘in oldukça donanımlı tarihçi ve akademisyen kişiliğinin mükemmel yönetmenliğiyle buluştuğu bir zevk pınarıdır.
Geleceğe Not
Her hafta yeni bölümlerle yayın yapan podcast kanalı.
Yazı Arşivi