Beklentiler Atlası

Geleceğe Not > Yazılar > Makaleler > Beklentiler Atlası

post cover

Beklentiler Atlası

  • Yazar: Sinan Namlı 
  • Category: Makaleler 
  • Yorumlar (0) 

Hepimiz bir zamanlar çocuktuk. Benliğimize masumane duygularımız hâkimdi. Tam güvenle babamızın, annemizin yahut bir hayalin serçe parmağına sımsıkı tutunduğumuz zamanlar oldu. ”O varken bana bir şey olmaz’’ duygusunu taşıdık fütursuzca.

Sonsuz görünmelerini umursamadan yıldızları saymaya çalıştık, bitmiyor olmalarını umursamadık. Koca deniz yanı başımızda duruyor olsa da kumdan kaleler yaptık. Denizin de ufku ebedi idi, tıpkı asumandaki sonsuz ışık kümeleri gibi sonsuzluktu teslimiyetimiz; yani aşk. Bu bizi umursamaz yapıyordu belki de. Yollar, sokaklar ve ucu bucağı olmayan mesafeler yürümek içindi, kaybolmak içindi. Korkmadık yıkılmalardan, kaybetmelerden, kaybolmaktan. Her kayboluş farkında olmayarak benliğimize yaptığımız bir yolculuktu sanki. Gitmeler ve yitirmeler özgür kılıyordu bizi.

Çimlere uzanıp mütebessim bir çehreyle huzurlu bir uykuya dalabiliyorduk. Böceklerle, çiçeklerle konuşabiliyorduk. Gülmelerimiz gerçekti, dolu doluydu. Küsmüş olsak bile sarılmaktan geri durmuyor, başkalarına da zarar vermiyorduk. O zamanlar için ‘’Ben küçükken de böyle yaparmışım; herkese küsüp kendi elimi kendim tutarmışım.’’diyebiliyor bazılarımız. Çocukluk anıları silinecek kadar ruhu zedelenmemiş olanlarımız.

Peki, ne zaman mutsuz olmaya başladık ve ne zaman nefret etmeye, yapmak yerine yıkmaya başladık? Net olarak hatırlayabilenimiz var mı huzursuz olmaya başladığımız zamanları, ertesi gün için intikam planları yapmaya başladığımız ilk anları? Ya da zihnimizi bu türlü düşüncelerin kurcaladığı o ilkleri anımsayabilenimiz var mı? İlk zamanlar yokluk içinde var olduk gözlerimizi açtığımız dünyada. Dokuz ayın yumuşak sessizliğinin ardında seslerle, kokularla, görüntülere kendini bize sunan bir dünya vardı. Zevkle temaşa ettik onu ve bu bize yetmişti. Üstüne üstlük özgür bir irademiz vardı, kimseyi kırmadan incitmeden kullanılabilecek. Sonsuz kahkahalarımızın sebebi buydu belki de. Bizi güçlü kılan şey buydu. Bir süre sonra ise beklemeye başladık, beklentilere girdik. Daha fazlasını istedik hayattan. Sonrasında ise sahip olduklarımızı da(aslında bizlere emanet olanları) kaybettik bir bir. Yitirmek diz çöktürdü her birimize. Diz çökünce dua edenlerimiz de oldu, isyan edenlerimiz de.

En başta mutlu etme beklentisine girdik. Mutlu olduğumuzda onu paylaşmak istedik. Herkes de bizimle mutlu olmalıydı. Çevremizdeki insanlar bizimle olamayınca olup bitenlere arkamızı dönemedik, herkes mutlu ve neşeli olmalıydı, kim hüzünlü olmak isterdi ki? Hâlbuki hüznü seven insanlar da var bu dünyada. Bir ismi de hüzün olan insalar. Ayrıca envai çeşit duygu da mevcut. Esas olan kimseye zarar vermeden yaşamak değil mi? Duygular ve hayat müşterek bu hayatta her birimiz için uygun bir duygu elbisesi var. Dolabımıza alabiliriz her birini. Her insan renk katıyor hayata nevi şahsına münhasır duygu ve düşünceleriyle.

Bu hayatta kazanma kuşağındayken bile küçük sevinçleri görmezden geldiğimiz anlar oldu. O anlar büyüdükçe de sessizleşmeye, yalnız kalmaya, öfkelenmeye başladık. Kalbimize minik kara noktalar düşmeye başladı. Çeşitli günahların davetine hayır diyemedik. Bedelleriyle yüzleşmek istemeyince de bir suçlu aradık yanlışı boynuna asmak için. Bazen parmaklıklar ardına kendimizi koyduk, çoğu zaman ise başkalarını. Vicdanın soluk alma çabasının neticesiydi bu mahkûmiyetler. Ama yolumuzu kaybettiğimizden metruk arazilerde naçar dolaşan yolcular gibi hırpalandık ve acıttık birbirimizi.

Vicdan geri plana atıldı, maddecilik öne çıktı. İnsanın değeri kâğıt parçalarıyla ölçülür oldu. Netice olarak ‘’bir mutluluk, iki mutluluk…’’ diye başlayan hesap işi bu noktaya kadar geldi, samimiyet yitirildi. Ve ne sesler işitildi ne de zevkle seyrettiğimiz dünya yerindeydi. Soluktu her şey, hatta gökyüzündeki yıldızlar bile eskisi kadar parlak değildi. Gökdelenlerin tepelerinde daha yakındık onlara ama aynı zamanda hiç olmadığımız kadar da uzaktık. Çocukluk ya şairlerin satırları arasındaydı ya da bir nokta ile o noktaya sabitlenmiş gözlerin arasında gerilmiş bir hayali uçurtma ipinde asılı kalmıştı.

Mutlu olduğuna inandığım insanların yüzlerinde efendilikten ziyade kabul etmişlik var. Bir şeylere sahip olduğunu zannedenler sahip oldukları büyüklükler ölçüsünde mutsuzlar. En basitinden can emanettir insana. Kişi canının sahibi olduğunu düşünürse her an ölümden korkar. Hâlbuki ölümdür hayatın her anını değerli kılan. Benzer şekilde bir şeylere karşı zafer kazanamadan mutlu olunamaz, huzur bulunamaz diye düşünürüz. İnancımız budur. Hâlbuki içten içe öyle olmadığını biliriz. Asıl tatlı olan kazanmayı veya kaybetmeyi umursamaksızın mücadele etmektir. Yapmamız gereken şey kovaya kum koymak veya geceye serpiştirilmiş kandillerin ne kadar harika olduğunu düşünmek. Yani endişelerin hayatımızı ele geçirmesine izin vermeden, kendimizi özgür bırakarak yaşamak.

Geleceğe Not

Her hafta yeni bölümlerle yayın yapan podcast kanalı.